Connect with us

Ekber Goşalı

Kana Bulanmış Hafıza – Bakü’de Ermeni Devleti?!

Published

on

Siyasi tarihin derinliklerine indiğimizde ne görüyoruz? – İnsanlık tarihi yalnızca savaşlar ve antlaşmalardan ibaret değildir; aynı zamanda yıllarca unutulmaya mahkûm edilmiş insan trajedilerinin sessiz çığlıklarıyla doludur. Azerbaycanlıların 31 Mart 1918’de maruz kaldığı soykırım, yalnızca bir halkın tarihi felaketi değil, aynı zamanda emperyalist oyunların kurbanı olmuş bir milletin hafızasında silinmez izler bırakan bir olaydır. Bu yalnızca geçmişe ait bir konu değil, bugünün ve geleceğin jeopolitik şifrelerini de açığa çıkaran bir hakikattir.

Soykırımın arkasında ne vardı?

I. Dünya Savaşı – çökmekte olan imparatorlukların kanlı izler bıraktığı bir jeopolitik sahneydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması, Çarlık Rusya’sının çöküşü ve Bolşevik Devrimi’nin yarattığı kaos, Kafkasya’yı büyük bir boşluğa sürüklemişti. Bu boşluktan yararlanan Ermeni milliyetçi çevreleri ve Bakü Sovyeti’nin Bolşevik-Taşnak ittifakı, Azerbaycan halkına karşı acımasız bir soykırım siyaseti başlattı.

1918 yılının Mart-Nisan aylarında Taşnak-Bolşevik kuvvetleri Bakü ve diğer bölgelerde 30 binden fazla Azerbaycanlıyı katletti. Bu yalnızca bir etnik kıyım değil, stratejik ve ideolojik hedefleri olan planlı bir etnik temizleme operasyonuydu. Şamahı, Kuba, Karabağ ve Zengezur’da gerçekleştirilen toplu katliamlar sadece insanları fiziksel olarak yok etmekle kalmadı, aynı zamanda Azerbaycan halkının kültürel ve manevi hafızasına da büyük bir saldırıydı. Camiler, medreseler, mezarlıklar, tarihi yapılar, kültürel miras ve milli bilinç hedef alınmıştı. Halk, ülke büyük bir barbarlıkla, vandallıkla yüzleşmişti…

Mifik “Büyük Ermenistan” ve Gerçekliğin Yansımaları

Soykırımı gerçekleştirenlerin, kendi eylemlerini tarihte bir “hak davası” gibi göstermeye çalışmaları şaşırtıcı değil. – 19. yüzyıldan itibaren Ermeni ideologları tarafından ortaya atılan temelsiz “Büyük Ermenistan” hayali, tarihi tahrif etme siyasetinin bir parçası hâline gelmiştir. Oysa tarih, somut gerçeklerle yazılır ve bu gerçekler gösteriyor ki, 1918’de yaşananlar yalnızca Azerbaycan’a yönelik bir saldırı değil, tüm bölgenin etnik ve siyasi yapısını değiştirmeye yönelik geniş çaplı bir soykırım hareketiydi.

Ermeniler için bir devlet kurulmalıydı – efendileri böyle düşünüyordu – aslında bu, bir projeydi. Ancak, Ermenilerin tarihteki ilk devletini Tiflis merkezli kurma planı (belki Stalin ve diğer Gürcü Bolşevikler yüzünden, belki başka nedenlerden) gerçekleşmeyince, bu kez Bakü merkezli bir Ermeni devleti kurma girişimine başlandı. Evet, katliamlar, Bakü’de bir Ermeni devleti kurma hedefiyle planlanmıştı ve Ermeniler için stratejik bir anlam taşıyordu.

Fakat bu proje de başarısız olunca, üçüncü bir seçenek devreye sokuldu: İlk Ermeni devleti Erivan merkezli kurulacaktı. Tanrı istemedi, A ve B planları başarısız olunca Ermeniler, C planını kabul etmek zorunda kaldılar…

Bu arada, C planının uygulanmaya başlanmasının 100. yılından itibaren, bu projenin “verimliliğinin” sona erdiği yönünde ciddi iddialar var. Yarın öbür gün “proje tamamen feshedilmiştir” denilirse, şaşırmayalım…

1918’den Günümüze: Jeopolitik Bağlamda Soykırımın Etkisi

Azerbaycan halkı, bu kanlı trajediyi yalnızca tarihî bir olay olarak değil, ulusal kimliğinin ve jeopolitik gerçekliğinin önemli bir parçası olarak görmektedir. 1998 yılında Ulu Önder Haydar Aliyev’in imzaladığı “Azerbaycanlıların Soykırımı Hakkında” Ferman, konuya devlet düzeyinde tarihî ve hukuki bir değerlendirme getiren önemli bir adımdı.

2007 yılında Kuba’da toplu mezarın bulunması ve uluslararası uzmanların burada ortaya çıkardığı gerçekler, 1918 Mart katliamlarının boyutunu bir kez daha dünya kamuoyunun dikkatine sundu.

Bugün, Azerbaycan diplomasisi, dış politika stratejisi çerçevesinde 31 Mart Soykırımı’nı yalnızca hukuki bir mesele olarak değil, aynı zamanda jeopolitik bir konu olarak uluslararası tartışmalara taşımaktadır. Çünkü bu soykırım yalnızca Azerbaycan tarihinin bir parçası olmakla kalmamış, aynı zamanda Kafkasya’daki etnik temizlik ve jeopolitik manipülasyonların somut bir kanıtı hâline gelmiştir.

Tarihin Dersleri ve Geleceğe Çağrı

1918 Mart-Nisan trajedisi, yalnızca bir halkın değil, tüm bölgenin tarihî travmasıdır. Unutulan tarih, tekerrüre mahkûmdur! Bu gerçekten hareketle, Azerbaycan devleti ve halkı, tarihinin bu karanlık sayfasını dünya kamuoyuna anlatmakta sonuna kadar haklıdır. Tarih, yalnızca geçmişin birikimi değil, aynı zamanda gelecek için bir yol haritasıdır.

Beş yıl önce tarihî bir Zafer kazanan galip Azerbaycan’ın güçlenen konumu ve artan uluslararası prestiji, 31 Mart Soykırımı’nın gerçek mahiyetinin dünya çapında tanıtılması için yeni kapılar açmaktadır.

31 Mart Soykırımı’nın kurbanlarının kanı yerde, ruhları huzursuz kalmamıştır – toprak bütünlüğünü ve devlet egemenliğini yeniden tesis etmiş, güçlü ve bağımsız Azerbaycan, tüm dönemlerdeki şehitlerinin ruhunu şad etmiştir!

Bu yıl Ramazan, Nevruz’un – Yeni Gün’ün hemen ardından kutlanıyor ve ayrıca bayramın ikinci günü 31 Mart’a denk geliyor… Bu, adeta ülkemizin, halkımızın yeni bir döneme girdiğini, geçmişin acılarından kurtulup zaferle yeniden doğduğunu simgeliyor. Beş yıl öncesine kadar atmosferimiz, sosyo-politik ve kültürel-manevi iklimimiz böyle değildi, böyle anlam yüklemelerimiz yoktu…

Evet, bu tarih, bir anma günü olmakla birlikte, aynı zamanda adalet mücadelesinin bir sembolüdür.

Soykırım kurbanlarının hatırası önünde en büyük borcumuz, gerçeği yaşatmak ve gelecek nesillere onurla aktarmaktır.

Tarih bize gösteriyor ki, böyle trajedilerin bir daha yaşanmaması için en büyük güvence, güçlü bir devlet ve sarsılmaz millî birliktir.

DEVLETİMİZ ZEVAL GÖRMESİN!

Ekber GOŞALI

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ekber Goşalı

Ekber Goşalı, Fazil Mustafa’nın “Azerbaycan: Karanlık Geçmişten Aydınlık Tarihe” adlı kitabını kültürel bir manifesto olarak yorumladı: “Tarih yeniden yazılmalı, ideolojik ezberler sorgulanmalı!”

Published

on

İdeolojik Okumadan Kültürel Sorgulamaya Doğru:

Tarih, Düşünce ve Türk’ün Entelektüel Geçişi**
(Fazil Mustafa’nın “Azerbaycan: Karanlık Geçmişten Aydınlık Tarihe” kitabı üzerine birkaç söz)

Milletvekili, Azerbaycan Milli Meclisi Toplum Birlikleri ve Dini Kurumlar Komitesi Başkanı, hukukçu ve felsefe doktoru Fazil Mustafa’nın yeni kitabı “Azerbaycan: Karanlık Geçmişten Aydınlık Tarihe”, yalnızca bir düşünce derlemesi değil; aynı zamanda ulusal-ideolojik durumu, tarih bilincini ve dini düşünce alışkanlıklarını köklü bir şekilde sorgulayan bir eserdir.

Bu tür sorgulamalar kimine cazip gelirken kimini rahatsız edebilir – bu da gayet doğaldır. Bir fikir adamının kitabında bize uymayan noktalara toptan karşı çıkmak gerekmez. Söz konusu kitabın editörü olarak Fazil Bey’le bu denli derin bir entelektüel alışveriş ilk kez gerçekleşmişti. Memnuniyetle ve takdirle belirtmeliyim ki, birçok eleştiri ve önerimi kabul etti; kabul etmediklerine ise savunmacı bir tavırla değil, olgunluk ve anlayışla yaklaştı. Bu nedenle, okuyucuların da kitabın polemik yönlerine dair yapıcı yorumları genel anlamda faydalı olabilir.

Kitap, çağdaş Azerbaycan Türk’ünün neleri kaybettiğini, neleri benimsediğini, neye tutunduğunu ve neleri yanlış sürdürdüğünü cesurca bir düşünsel tartışmaya açıyor. Övgüden çok kültürel teşhis, yüceltmeden çok eleştirel bir yöntemle… Okuyucu da bu eseri alışılmışın dışına çıkan yaklaşımıyla hoşgörüyle karşılarsa, bir şey kaybetmez.

Retorik Sorular Işığında Tarih Felsefesi
Kitabın felsefi yapısı, beş retorik soru etrafında kurgulanmış. “Ey Türk!” hitabıyla başlayan bu sorular, yazarın düşünsel polemiği başlatmak için açtığı bir alandır. Sorular ne kadar retorikse, bir o kadar da radikal tercihler talep ediyor:
“Bilgisiz inanç mı, yoksa bilginin değişken inancı mı?”,
“İdeolojik memnuniyet mi, yoksa faydalı niyet mi?”…

Fazil Mustafa “Türk” derken sadece etnik bir kimliği değil, kültürel sorumluluk taşıyan ve toplumsal fayda üreten bir özneyi kasteder.

Yazarın temel eleştirisi şu şekilde özetlenebilir:
Türk’ün tarih bilinci çarpıtılmıştır – bu bilinç çoğunlukla mitlere, hurafelere, dini ve ideolojik kalıplara dayanır. Bu durum, ulusal yenilenme sürecini geciktirir, hatta yönsüzleştirir.

Tarihe Bakış: Geçmişe Değil, Geleceğe Odaklanmak
Kitabın ana iddialarından biri, Azerbaycan Türklerinin 19. yüzyıldan itibaren biyolojik geçmişten kültürel tarihe geçmiş bir halk olduğudur. Ancak bu geçişin yaşanması yetmez; bu geçişin idrak edilmesi ve bilinçle işlenmesi gerekir.

Yazara göre, ulusal hafızamız “aşırı tarihsel” ve “mitolojik” karakter taşır. Bu da ilerleme doğuran gerçekçi tarihi, tekrarcı geçmişle yer değiştirir.

Bu anlamda kitap, adeta postkolonyal bir manifesto gibidir. Rusya işgali sonucu oluşan “Avrupalılaşma zemini” bir fırsat olarak sunulur. Bu yaklaşım bazı çelişkiler doğurabilir – işgali ilerlemenin başlangıcı olarak görmek, ulusal düşüncede kontrast yaratır. Ancak yazarın amacı idealize etmek değil, zorunlu modernleşme süreciyle şekillenen milli özbilincin gerçekliğini analiz etmektir.

Dine Yaklaşım: Eleştiri ve Seküler Zihin Çağrısı
Fazil Mustafa’nın eleştiri yönünün merkezinde, İslam’ın yanlış yorumlanması ve ideolojik din modeli yer alır. Yazar, farklı dönemlerde dini öğretilerin düşünceyi değil itaati teşvik ettiğini örneklerle gösterir.

Din, düşünceye değil de yalnızca “koruyucu davranış modeline” dönüştüğünde toplum pasifleşir. Bu bakış açısı, kültürün felsefi haritasında önemli bir yere sahiptir.

Yazarın temel argümanı şudur:
Eğer İslam’ın öncü mirası olan Mu‘tezile geleneği sürdürülebilseydi, bugün dini hayatımızı zihinsel bir sekülerlik zemini üzerinde yaşıyor olurduk. Buradaki mesele dine karşı çıkmak değil, dini zihinsel denetimden çıkararak toplumsal düşünce enerjisini özgürleştirmektir.

Bu fikir, özellikle Doğu toplumlarında dinin siyasallaştığı tarihsel bağlamda çok daha önemlidir.

Simgelerin Eleştirisi: Kültün Dekonstrüksiyonu
Eserin en dikkat çekici yönlerinden biri, tarihi sembollerin işlevsel bakışla yeniden değerlendirilmesidir.
Devlet geleneğimizin imparatorluk mirasının sert ve açık biçimde eleştirilmesi, belki de ideolojik dogmaları kırmak, yeni değerlendirmeleri gündeme taşımaktır.

Fazil Mustafa’ya göre, Safevîler Azerbaycan devletçiliğinin temeli değil; İran İslam Cumhuriyeti ideolojisinin mirasçılarıdır. Bu fikre katılmak da mümkündür, karşı çıkmak da…

Ben şahsen böyle düşünmüyorum. Eğer Kaçarlar döneminde Azerbaycan bölünmemiş olsaydı ya da daha öncesinde Nadir Şah suikasta uğramasaydı, milli ve imparatorluk coğrafyamızın kaderi bambaşka olurdu.

Coğrafyamızdan, kültürel iklimimizden ve manevi gücümüzden çok sayıda öncü şahsiyet çıkabilir ve laik bir devlet yapısı oluşabilirdi.
Nitekim Çarlık Rusyası’ndan Sovyetler’e geçerken kurulan kısa ömürlü Halk Cumhuriyeti bunun benzeridir. Aynı dönüşüm Nadir Şah’tan Kaçarlara, oradan da yeni bir Azerbaycan devletine evrilebilirdi.

1925’ten bu yana – ister Şah dönemi İran’ı olsun, ister İslam Cumhuriyeti – bir asır boyunca sayısız soydaşımız öldürülmüş, hapsedilmiş, sürgün edilmiştir. Ama yine de birçok “ilk”, İran’daki Türklerce gerçekleştirilmiştir.

En önemlisi: Milli ruh ölmemiştir.

Araz’ın kuzeyi – Kuzey Azerbaycan da – işgal, ayrımcılık, baskı ve savaşlara rağmen üretmiş, kurmuş, ilklere imza atmıştır. Örneğin, 1941–45 savaşında 3 milyonluk Azerbaycan’dan 600 bin erkek cepheye gönderilmiş, bunların yarısı hayatını kaybetmiştir. Hayal edin: Azerbaycan bölünmemiş olsaydı, insan kaynağımız neler başarırdı…

Ancak Fazil Mustafa’nın amacı, kime mirasçı olmalıyız, hangi değerleri taşımalıyız gibi soruları cesaretle sormaktır.
İyi ki yazar bu bağlamda Dede Korkut mirasına öncelik veriyor, Nadir Şah’ın dini düşünce öncülüğüne dikkat çekiyor.

Zekânın Yönü: Entelektüel Aristokrasi ve Bilimsel Düşünce
Kitapta entelektüel seçkinler ile halk arasındaki mesafe sorgulanıyor. Baltacıoğlu, Ortega y Gasset ve Ziya Gökalp gibi düşünürlerin yaklaşımlarıyla şu sorular soruluyor:

Aydın halktan uzak mı durmalı, yoksa halkın içinde mi derinleşmeli?
Bu aynı zamanda aydınların sorumluluğu, işlevi ve faydasına dair bir çağrıdır.
Yazar, aydınların halk ve tarih karşısındaki entelektüel ve ahlaki borcunu hatırlatıyor.

Azerbaycancılık ve Türkçülük: Coğrafi mi, Kültürel mi?
Kitapta zaman zaman Azerbaycan kimliği ile Türk kimliği arasında gerilimli bir ilişki seziliyor.
Yazar, “Azerbaycanlı” kimliğini biçimsel; “Türk” kimliğini ise kültürel-mental bir öz olarak değerlendiriyor.
Bu sadece etnik değil; aynı zamanda kültürel yönelim meselesidir.

Hangi değerleri taşıyoruz, hangi yöne bakıyoruz?

Yazara göre bu seçimde asıl olan milliyetçilik değil; yenilenme ruhudur.
Bu yaklaşım, klasik etnosentrik bakıştan farklı olarak kültürel dinamizmi öne çıkarıyor.

Eleştirel Bilincin Kültürel Platformu
Fazil Mustafa’nın bu eseri; tarihe, dine, kimliğe, ulusal hafızaya ve çağdaşlığa yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda kültürel-felsefi bir bakış geliştiren bir çalışmadır.
Eserin asıl gücü, geçmişe dönük çözümlemelerden çok geleceğe yönelik düşünsel yol haritaları çizebilmesindedir.
Geçmişe bakarak bugünü sorgulamak ve geleceğe düşünceyle yürümek bu kitabın temel hedefidir.

Eserin en değerli yönü, tabu kabul edilen alanlarda düşünce kapılarını aralaması ve yerleşik ezberleri sorgulamasıdır:

Eleştiriye cesaret,
çağdaşlığa irade,
kimliğe yeniden bakış ihtiyacı…

Bu nedenle, “Azerbaycan: Karanlık Geçmişten Aydınlık Tarihe” yalnızca yazarın bireysel bir çağrısı değil, aynı zamanda çağdaş Türk düşüncesinin aydınlık arayışı olarak okunmalıdır.

DEVLETİMİZ ZEVAL GÖRMESİN!

Ekber GOŞALI

Continue Reading

Ekber Goşalı

İŞTE DEVLET! BÖYLE KURAR, BÖYLE KORUR, BÖYLE TANITIR!

Published

on

Cumhurbaşkanı’nın Açık Mesajı: Xankendi Zirvesi
Xankendi – 04.07.2025

Tarih takvime sığmıyor!
Xankendi – bir “Han”dan çok daha yüksek, “kənd”den büyük mü? Büyük!
Azerbaycan için, tüm bölge için yeni bir çağın en parlak habercisi verildi.
İnanın inandığınıza: utanmasam, kalabalığın önünde çok, büyüğün yanında büyük, Zirve’nin yanı başında bir de “Yüce mi?” – Yüce! – diye yazarım.

Evet! Xankendi’de Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın (EİT – ECO) 17. Zirve Toplantısı düzenlendi. 17’ncisi olsa da, adeta ilk gibi oldu. Daha önce başkentlerde yapılmıştı bu zirveler – ama bu seferki çok daha “şavakatlı” oldu. Oldu da oldu!

Üye,
üye olacak ve
hiçbir zaman üye olmayacak
ülkelerin medyası Xankendi’nin ruhani enerjisiyle doldu taştı. Maşallah!
Böylesi çiçeklenmeler, şahlanışlar, kanatlanmalar, gökyüzü gibi geniş ve deniz gibi derin işler… her zaman olmaz!
Xankendi’de oldu.
Azerbaycan devleti başardı.
Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, büyük geleceğin kutlu haritasına mührünü vurdu.
Xankendi Zirvesi, yeni zaferlerin iradeli prologu oldu.

Tam 30 yıl boyunca uluslararası hukukun bloke edildiği, BM kararlarının kâğıt üstünde kaldığı, Avrupa kurumlarının diplomatik nezaketle meseleyi “dondurduğu” bir mekânda – Xankendi’de düzenlenen EİT Zirvesi, bu teşkilatın, üye ülkelerin ve Azerbaycan’ın modern tarihinde unutulmayacak yüksek itibarlı olaylardan biri oldu.

Evet,
artık sadece “işgalden kurtarılan şehir” diyerek geçemeyiz.
Azerbaycan’ın Karabağ’ı – Karabağ’ın Xankendi’si artık uluslararası iş birliğinin gerçekçi coğrafyasıdır.
Bu, yalnızca diplomatik bir jest değil.
Bu; toprak bütünlüğünü yeniden sağlamış bir ülkenin, kendi sınırlarında egemenlik hakkını – belgeyle, teşkilatla ve dünya gündemiyle akılcı ve zirvevi biçimde onaylamasıdır!

Simge Değil, Strateji!

Xankendi’de Zirve düzenlenmesi bir sembolün ötesindedir.
Bu, savaş sonrası dönemin kurumsallaşmış aşamasına geçişin güçlü hukuki ve siyasi adımıdır.
Azerbaycan’ın son yıllarda düzenlediği uluslararası etkinliklerin ardıllığı – 2023’te Şuşa’da ECO Bakanlar Toplantısı, 2024’te Türk Devletleri Teşkilatı’nın gayriresmî Zirvesi, Mayıs 2025’te Laçın’da Üçlü Zirve ve şimdi Xankendi’deki bu dev ECO Zirvesi – stratejik bir yansımanın ifadesidir.
Başka bir ifadeyle: Zirve, sadece bayrak dalgalandırmakla kalmayan, diplomaside de toprak hâkimiyetini kurma stratejisinin ilanıdır.

Cumhurbaşkanı İlham Aliyev bu etkinlikte sadece ev sahibi bir lider olarak değil – bağımsız bölgesel politika inşa eden bir güç merkezinin başı olarak konuştu.
Muharip Başkomutan’ın Zirve konuşmasındaki kilit mesajları şöyle özetlenebilir:
1. Tarihi adaletin tesisi – Ermenistan’ın 30 yıllık işgal siyasetinin açığa çıkarılması; kültürel ve dini yıkımın belgelenmesi; uluslararası camianın ahlaki sorumluluğuna çağrı.
2. Bütünleşme ve “Büyük Dönüş” süreci – Şu ana kadar 50 bine yakın Azerbaycanlının işgalden kurtarılan topraklara dönüşü, yeni şehirleşme vizyonu, akıllı köy projeleri.
3. Batı Azerbaycan meselesinin uluslararası niteliği – İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 57 üye ülkenin oybirliğiyle aldığı kararla, Ermenistan’ın etnik temizlik politikalarının uluslararası düzeyde mahkûm edilmesi.
4. EİT ve COP29’un jeoekonomik kesişimi – Azerbaycan’ın yalnızca enerji tedarikçisi değil, aynı zamanda bölgesel lojistik ve yeşil geçiş merkezine dönüşmesi.

Evet, sadece bu dört stratejik tespit bile kalbimizi kıvançla doldurmaya yeter!

Stratejik Hatlar Xankendi’den Geçiyor

Şu anda Azerbaycan ekonomisine yapılan 350 milyar dolarlık yatırımın yarısı dış kaynaklıdır.
Bakü-Tiflis-Kars, Güney Gaz Koridoru ve Zengezur Koridoru gibi projeler sadece bölgesel değil – kıtalar arası öneme sahip.
İşte bu bağlamda, Xankendi’nin bu süreçlere entegre edilmesi, Azerbaycan’ın toprak egemenliğinin ekonomik egemenlikle tamamlanması anlamına gelir.

Daha açık ifade edelim: Jeopolitik entegrasyonun yeni safhasında, Xankendi “nasıl inşa edilecek?” sorusunun cevabı bellidir – öncelikle uluslararası etkinliklerle, ticaretle ve diplomatik bağlarla!

“Şuşa Modeli”nden “Xankendi Modeli”ne

Xankendi’deki Kongre Merkezi’nin tamamlanması, burada yapılacak kongreler, iş forumları, uluslararası organizasyonlarla Karabağ’ın merkezileşme süreci hız kazanıyor.
Bundan böyle “Şuşa Modeli”nden “Xankendi Modeli”ne geçişten söz edebiliriz.

Şuşa, 2021’den bu yana kültürel ve ideolojik merkezdi.
Artık Xankendi kurumsal ve diplomatik merkez olarak konumlanıyor.
EİT Zirvesi bu geçişin resmi onayıdır.

Peki Ya Ermenistan?

Şimdi asıl soru şu:
Ermenistan bu gerçeği kabul edecek mi?
Büyük ihtimalle – zorla, gecikerek ve direnerek…
Ama bugün gerçeklik “kabullenmek zorunda kalacağın hakikate” dönüşmüştür.
Ermenistan’a destek olan çevrelerin pasif izleyici rolü, Azerbaycan’ın stratejik planlamasının başarısını perçinlemektedir.

Bu noktada biz rahatlıkla şunu diyebiliriz:
“Olağanüstü diplomasinin olağanüstü sonuçlarıdır bunlar!”

Xankendi’deki EİT Zirvesi – Cumhurbaşkanı Aliyev liderliğinde Azerbaycan diplomasisinin savaş sonrası dönemde yürüttüğü atak diplomasinin siyasi zirvesidir.
2020 sonbaharı toprakların kurtuluşuydu,
2023–2025 dönemi gerekli siyasi atmosferin kazanımıydı,
şimdiyse – 2025 yazı – Karabağ’ın hak sahibine aitliğinin uluslararası ölçekte derin bir itiraf ve onayıdır.

Bir Zamanlar Kimse Gitmezdi…

Bir zamanlar hiçbir büyükelçi Şuşa’ya, Ağdam’a, hele Xankendi’ye gitmezdi.
İran araçları, kendi plakasını Ermeni plakasıyla saklayarak bu şehre yakıt taşıyordu.
Bugünse – İsrail’in bombaladığı Tahran’dan gelen Cumhurbaşkanı Pezeşkian Xankendi’deydi.
Kendi ana dilinde karşılandı. Cumhurbaşkanı Aliyev’den “Burası sizin de öz vatanınızdır” iltifatını duydu.
Aliyev ve Erdoğan’ın kardeşçe yakınlığını hissetti.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bayrağı, devlet bayraklarıyla birlikte ilk kez böyle bir zirvede dalgalandı.
KKTC Cumhurbaşkanı, nükleer güç sahibi devletlerin, diplomatik bağ kuran kardeş ülkelerin liderleriyle aynı masadaydı – kendi bayrağıyla!

Cumhurbaşkanı Aliyev, Karabağ’da ikinci bir “Ermeni devleti” kurmak isteyen ama başaramayan çevrelere adeta KKTC bayrağıyla net bir mesaj verdi:
Devlet böyle kurulur, böyle korunur, böyle tanıtılır!
Sizin kurmak istediğiniz “ikinci” değil, birinci devlet bile devlet olamamıştır.
Devlet kurmak bir sanattır – o da bizim ata mirasımızdır!
İşin temeli hakka, adalete dayanmalıdır.
Hak incinir ama kırılmaz!

Xankendi Zirvesi – Kremlin Sonrası Yeni Sayfa

Bu Zirve, Karabağ’ın 30 yıllık işgalinin ana müsebbiplerinden olan Kremlin’in Yekaterinburg ve Voronej olaylarını kışkırtmasının hemen ardından gerçekleşti.
Bunların hiçbiri tesadüf değildir.

Son Söz Yerine:

Azerbaycan bu tarihi olayı bir devlet olarak değil, bir hak sahibi olarak yaşıyor.
Xankendi’de EİT Zirvesi düzenlemek, yalnızca gücün değil, adaletin ve meşruiyetin dünyaya tercümesidir.

Ve artık Müşfiq’in mısrası sadece şiir değil, geleceğin gerçek habercisidir:

“Büyük günler,
Şanlı günler,
Neşeli günler,
Yoluna düşen günler –
Daha önümüzdedir!”

DEVLETİMİZ VAR OLSUN!

Ekber GOŞALI

Continue Reading

Ekber Goşalı

POSTİMPERYAL VE PUTİNİST ŞOVENİZM

Published

on

Yekaterinburg’da dökülen kan sadece bir baskı değil, aynı zamanda ideolojik barbarlıktır

2025’in 27 Haziran’ında Rusya’nın Yekaterinburg şehrinde Azerbaycan Türklerine karşı uygulanan zalimane şiddet, en hafif deyimle devlet destekli organize bir suçtur. Bu olay, Rusya’nın etnik-dini temizlik politikasının sistemli ve ideolojik temellere dayanan yeni bir tezahürüdür. “Yeni bir tezahür” diyoruz çünkü ne ilktir bu, ne de son olacak gibi duruyor…

Olayın ardında yatan temel mesele şudur: Rusya içinde kökleşmiş ve artık resmi devlet doktrinine dönüşmüş etnosentrik yapılanmadır.

Bugün “Rusya Federasyonu” adıyla anılan devlet şekli, tarihsel bir imparatorluğun evrilmiş ama özü değişmemiş halidir. Putin’in liderliğinde bu imparatorluk açık bir şekilde şovenist, İslamofobik ve totaliter yönetim biçimini daha da güçlendirmiştir. Kamuoyunda, medyada, yargıda ve kolluk güçlerinde etnik ve dini azınlıklara yönelik yürütülen bu politika artık lokal hadiseler değil, kökleşmiş bir milli ideolojinin göstergesidir.

Gayrı Ruslar ve hatta yoksul Ruslar, Ukrayna ile yürütülen anlamsız ve vicdansız savaşta cephelerde kırılırken, uzak bölgelerde de kan dökülüyor, işkenceler, hukuksuzluklar artıyor… Böyle bir devlet, böyle bir ülke, böyle bir yönetim olur mu yahu?

Bu anlamda,
Yekaterinburg’daki olay binlerce gerçeğe ışık tutmaktadır.

Yekaterinburg’da gerçekleşen kanlı saldırı – Azerbaycanlılara yönelik acımasız şiddet – basit bir yasal ihlal ya da polisin “sert müdahalesi” olarak geçiştirilemez. Olay yerine gelen Rus polisi ve OMON birliklerinin tavrı sadece vahşet değil, ötesidir. Bu, devlet eliyle meşrulaştırılmış bir şiddet aygıtının doğrudan işletilmesidir.

Tesadüf değil: 1990’ların başında Rusya’da farklı milletlere saldıran suç çeteleri – skinheadler, neo-Naziler – türemişti. O zamanlar bu barbarlıklar “gayri resmi” grupların işi olarak sunuluyordu. Bugün ise o vahşeti doğrudan polis, OMON, FSB ve diğer resmi kurumlar yapıyor. Skinhead’e ihtiyaç yok artık – çünkü devletin kendisi skinhead kılığında!

Putinizm – Büyük Rus Şovenizminin son ve en zehirli hâlidir!

Günümüz Rusya’sı – Ruslaştırma, Ortodokslaştırma ve total kontrol üzerine kurulu bir düzendir. Bu modelde farklı düşünce, farklı kimlik, hele ki Türk-İslam aidiyetine sahip olan halklar “potansiyel tehdit”, “etno-suçlu”, “radikal”, “ayrılıkçı” olarak yaftalanır. Putin rejimi, SSCB’nin baskıcı yapısını yeniden diriltti ama Tanrı saklasın, daha acımasız, daha rafine ve daha az hukuki denetimle!

Evet, bu politikaların mağduru yalnız Azerbaycanlılar değil. Özbekler, Türkmenler, Kırgızlar, Tatarlar, Başkurtlar, Çeçenler – tüm Türk ve Müslüman halklar bu listenin içindedir. Hatta “kardeş Slav halkı” dedikleri Ukraynalılara karşı böylesine topyekûn bir savaş yürüten, Buça’da katliamlar yapan bir rejimin diğer halklara nasıl davranacağını tahmin etmek zor değildir.

Rus İmparatorluğu’nun tarihi baştan sona baskı ve asimilasyon tarihidir!

Bugün olanlar birilerini şaşırtıyorsa, tarihe bakmaları yeterlidir! Rus İmparatorluğu yüz yıllar boyunca Sibirya halklarını, Kafkas Türklerini, İdil-Ural Müslümanlarını, Kırım Tatarlarını, Türkistanlıları yok etmek için sistematik politikalar yürütmüştür. Bu politikalar: sürgün, asimilasyon, aşağılanma, dini baskı, dil yasağı ve fiziksel imhayla uygulanmıştır.

1916’da Türkistan’da çıkan Müslüman-Türk isyanlarının nasıl kanla bastırıldığını, 1944’te Çeçen ve İnguşların bir gecede nasıl sürüldüğünü, Kırım Tatarlarının nasıl soykırıma uğradığını unutmadık. Tüm bu cinayetler – Rus imparatorluk mekanizmasının “normal işleyişidir.”

Devlet yapısı bir yana,
Ortodoks Kilisesi de faşistleşmiş rolüyle tarihe geçmiştir.

Bugün Rus Ortodoks Kilisesi’nin Kremlin’in ideolojik aygıtlarından biri olduğunu bilmeyen kaldı mı? Kilise sadece dini değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik meşrulaştırma işlevi de görmektedir. Yaradan’dan korkmayan, ilahi ahlakı umursamayan bir zihniyet, kuluna ayıdan beter davranır – şaşırmıyoruz! Yekaterinburg’daki şiddete karşı tek bir kınama bile yayımlamayan kilise, bu düzenin korunmasını dini-milli bir görev gibi sunuyor. Yani, etik değil, milliyetçi-fundamentalist devleti kutsayan bir yapıya dönüşmüştür.

Ey Kremlin,
ey Kilise,
ne hallere düştünüz ki, artık öldürdüklerinizin defnine bile müsaade etmiyorsunuz! Eğer azıcık tarih, kâinat, ilahi düzen tasavvurunuz olsaydı, bilirdiniz: böyle gitmeyecek! Bu gidişin bir sonu, bir duvarı olacak!

Evet,
Kremlin’in Azerbaycan’a yönelik sistematik siyaseti bizim için bir sır değil. Gökte Tanrı, yerde biz, tarihte defter bilir!

Rusya’nın Azerbaycan’a yönelik siyaseti hiçbir zaman dostluğa dayanmadı. 1990’daki 20 Ocak Katliamı, Hocalı Soykırımı, 30 yıl boyunca Ermenistan’ın arkasında durarak Azerbaycan topraklarının işgaline destek vermesi — Rusya’nın Türk dünyasına ve Azerbaycan’a karşı gerçek tutumudur. “Barış gücü” kisvesiyle Karabağ’a yerleşen Rus askerleri aracılığıyla hem Azerbaycan devletini zayıflatmak, hem de bölgede kalıcı baskı mekanizması kurmak istediler.

NOT:
Tesadüf değil, bu satırların yazarı bir kez bile “Rus barış gücü” demedi, yazmadı. “Barışsız güç”, “Rus güdümlü”, “Ermeni sevdalısı” gibi deyimlerle gerçekleri yazdı. O sözde barış gücü Karabağ’dayken ve sonrasında Rusya’nın Azerbaycan karşıtı siyasetini, İran’la eşgüdümlü hamlelerini ifşa ettiğim için beşinci kolcuların türlü tehdit ve iftiralarına maruz kaldım. Ülkesinin, devletinin, halkının hakkını savunan yazılar yazdığım için sosyal medyada çocukların, “kadın”ların, ve müfterilerin ağzıyla aşağılanmaya çalışıldım. Bilinsin ki, o iftiracılar, ne toprağa girse de aklanmaz, ne de tarih karşısında kurtulur.

Öyleleri vardır – Allah’a havale edilir.
Öyleleri vardır – Devlete.
Öyleleri de vardır – Tarihe…
Ama ben akılsız köpekleri hiçbir yere havale etmem! Beklesinler!

Herkes kendi liyakatine uyğun işkerle uğraşıyor. Olsun!
Fikir etmektense, Tevfik Fikret’in o eşsiz beyitini hatırlayalım:

“Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol,
Ey Hak, yaşa! Ey sevgili millet, yaşa, var ol!”

Günün sorusunu yineleyelim:
Yekaterinburg’da dökülen kan son olacak mı?

Maalesef, o kan – ne ilkti, ne de son olacak gibi… Bu, imparatorluk zihniyetinin dirilişidir ve açık suç şeklinde uygulanmasının tipik örneğidir. Uluslararası kamuoyu, Türk-İslam dünyası bu siyasete karşı kararlı, gerçekçi ve etkili bir duruş sergilemezse, bu trajediler daha da yayılabilir.

Rusya’nın kötü niyetli politikası sadece fiziksel boyutta kalmaz, kültürel, dini ve psikolojik bir soykırım projesini de hedefler. Bu artık sadece Azerbaycanlıların değil, bütün Türklerin, bütün Müslümanların ve tüm vicdan sahiplerinin meselesidir!

DEVLETİMİZ ZEVAL GÖRMESİN!

Ekber GOŞALI

Continue Reading